1307 doğumlu Bakkalbaşı Hasan Efendizade Ali, hayatının 10 yılını cepheden cepheye koşarak geçirdi. Ancak ismi sadece ‘birkaç yerde’ geçiyor. Çocukları bile gerçek kimliğini 3 yıl önce öğrendi...
Vakit gece yarısını geçmiş, ama Niğdeli Ali (Öztürk) hâlâ Çanakkale hatıralarını anlatıyor. Gelini İnayet Hanım’ın gözleri yorgunluktan kapanmak üzere. Mahçup bir eda ile “Artık dermanım kalmadı baba. Kalanını da yarın dinlesem.” diyor. Niğdeli Ali, evdeki tek dinleyicisine şefkatli bir ses tonuyla itiraz ediyor: “Dinle kızım dinle… Bunlar bir neslin çilesi. Gün gelir biri kapını çalar, çektiklerimizi anlatırsın.”
Kayınpederi vefat edinceye kadar Çanakkale Boğazı’nı, Kanlı Sırt’ı, Seyit Onbaşı’yı, düşman gemilerini, aylarca süren yürüyüşleri, açlığı, sefaleti ve Mustafa Kemal’i dinler İnayet Hanım. Ama ona dair en önemli ayrıntıyı yıllar sonra akrabaları Ahmet Şentürk’ten öğrenir. “Keşke daha önce bilseydik, böyle mi davranırdık.” diyor, şimdilerde. Çünkü o, Çanakkale kahramanı Seyit Onbaşı’nın en yakınındaki Niğdeli Ali’nin gelini.
BİR NESLİ YİYEN HARP MEYDANLARI
600 yıllık Osmanlı Devleti’nin son anları. İktidara darbeyle gelen İttihat ve Terakki’nin ‘kahramanları’ milleti hızla yokluğa sürüklüyor. Trablusgarp ve Balkan derken nihayet Birinci Cihan Harbi. Biri kapanmadan diğeri açılan cephelere asker yetişmiyor. Silah altına alınmaktan muaf ‘medrese talebeleri’, ‘ailenin tek evladı’ ve ‘memleketi haricinden evlenenler’ dahi orduya alınıyor.
Niğde Ulukışla’ya bağlı Barastal (Postallı) Köyü’nden Bakkalbaşı Hasan Efendizade 1307 doğumlu Ali’yi de çağırıyorlar. Ne ‘talebe’, ne ‘evin tek çocuğu’ ne de ‘yabandan evli’ demeden. Annesi ve eşi geride, asker kafilesiyle düşüyor yola. Yolculukta bir ara kafileden kopuyor. Gündüz sıcak gece karanlık büküyor belini; ama yetişmesi lazım. Nihayet Çanakkale’ye bağlı bir köye geliyor. Işığı yanan tek hane var. Yaşlı bir kadın açıyor kapıyı ve sevinçle haykırıyor: “Koş kızım, Alim geldi.” Ali, evladının hasretiyle yanan nineye itiraz ediyor: “Nene ben Aliyim de seninki değil.” Zor ikna ediyor. Yine de karnını doyuruyor, üstünü temizliyor ve yola koyuyor bu garip askeri.
TOPRAKTAN ÇIKAN DESTAN
Gece karanlığında düşmanla karşılaşma riskine rağmen ayrılır köyden. Uzun yolda açlık ve susuzluk keser nefesini. Nihayet bir nehir kıyısına gelir. Avuçlarını suya daldırır ve harareti kesilinceye kadar içer. Tadında bir gariplik hissetse de başka çaresi yoktur. Sonra tekrar başlar, yürümeye. Gün ağarırken asker kafilesine yetişir. Onu görenler önce telaşa kapılır. Çünkü ağzı, yüzü kan içindedir. Hatta subaylardan biri vurulduğunu zanneder. Oysa düşmanla karşılaşmamıştır bile. Durum sonra anlaşılır. Suyunu içtiği nehir, asker cesetlerinden sızan kanla doludur. Karanlıkta fark etmemiştir bunu.
Çanakkale’de harp kızışmıştır. İtilaf Devletleri Boğaz’ı geçme niyetindedir. Devrinin namlı İngiliz ve Fransız gemileri Mart 1915’te Boğaz girişine dayanır. Eldeki tüm kuvvetler Anadolu ve Rumeli kıyısındaki topçu bataryalarıdır. Bunlardan biri de Rumeli Kilitbahir’deki Mecidiye tabyasıdır. Yüzbaşı Hilmi Bey’in kumandasındaki 40 kişilik batarya müttefik saldırılarının arttığı bir gün isabet alır. Toz dumana boğulan askerin çoğu şehit düşer. Sağ kalanlardan Niğdeli Ali, acıyla inleyen arkadaşlarına yardıma koşar. Tam bu esnada ayağı takılır ve düşer. Onu düşüren, toprağa diklemesine gömülü bir ayaktır. Bir süre uğraşır ve iri kıyım Seyit Ali Onbaşı’yı çıkarır toprak altından: “Ne oldu Ali, herkes mi şehit düştü?” Mahzun, yere bakar Ali. Onbaşı’nın pes etmeye niyeti yoktur, hemen sağlam gözüken tek topun başına geçer. Ama onun da vinci hasarlıdır. Yine de her biri 276 kiloluk güllelerin başına gelir. Birine sarılır; ama nafile, kaldıramaz. İkinci denemesinde de güç yetiremez. Şaşkınlıkla izleyen Niğdeli Ali’ye çıkışır: “Ülen Ali, aptal aptal bakınıp duracağına azıcık yardım etsene, şuracıktan tutuver de, govana yerleştirelim şu mermiyi.” der. Kendine gelen Ali hemen el atar.
ÇANAKKALE, ERZURUM VE NİHAYET İZMİR
“Öyle bir ‘Ya Allah’ çekmiş ki, ‘Tüm kemikleri çatırdadı’ kızım diye anlatırdı, kayınbabam.” diyor, İnayet Öztürk. Neticede gülle önce topun namlusuna girer, sonra da İngilizlerin ünlü gemisi Ocean’ı denizin dibine gömer.
Asker yetersizliği, cepheler arası sevkıyatı da gündeme getirir, o dönem. Niğdeli Ali için Çanakkale’den sonra Erzurum yolu gözükür. Yola çıktıktan tam 52 gün sonra Dadaşlar diyarına varırlar. Vilayet ‘Müslüman’ ve ‘Ermeni’ diye ikiye bölünmüştür. Gayrimüslimlerden fayda yoktur. Müslüman bir aileye misafir olurlar. Açlıklarını, kendilerini yırtarcasına çalışan 7 kızın yaptığı börekler bastırır. Bir süre sonra yeni bir güzergâh çıkar. Artık yollar, Niğdeli Ali için sonu gelmez bir serüvendir. Sırasıyla Sivas’a ve Kayseri’ye giderler. Artık memleketine (Niğde) yaklaşmıştır. Hasreti gözünde tüten annesi ve eşini ziyaret için kafileden ayrılır. Niğde yollarına düşer ve kavuşur ailesine. Ama kışladaki komutanları, kaçtığını düşündüğü için peşindedir. Kısa sürede bulurlar. Sonra yine savaş yılları…
KÖŞESİNE ÇEKİLEN GAZİ
İngiliz, Fransız, Anzak, Ermeni ve Rus derken şimdi de Yunan’ın peşine düşerler. Batı Cephesi’ndeki tüm savaşlara katılır. Önce Afyon’u geri alırlar sonra da İzmir’i. Kordon’da yeniden Türk bayrağını görmek ayrı bir güzelliktir.
Yüzbinlerce Mehmetçik gibi Niğdeli Ali de istiklâlin ardından memleketine döner. Oysa çoğu arkadaşı İzmir’e yerleşmiştir. Ama onun gözündeki ‘tek sevda’ kendi toprağıdır. 10 yıllık harpten sonra yeni bir hayat kurar. Bağı bahçesiyle ilgilenir. Oğlu Tahsin’i büyütür. Ahir ömrüne yakın memleketlisi İnayet’i gelin alarak oğlunun mürüvvetini de görür. Sonra da köşesine çekilir. Geceleri 2 saat uykusu vardır. Tek yandığı, o kadar harbe girmesine rağmen kendi tabiriyle nasibine şehitlik ya da gazilik düşmemesidir. Topuğundan yediği 7 mermiyi de şan saymaz. Devlete gitmeyi de zül sayar.
En büyük hevesi gelinine cephelerde yaşadıklarını anlatmaktır. Artık tek arzusu vardır. Duaları da bu istikamettedir: “Ya Rab (cc) benim ölümü ya Elmalı’ya (kız kardeşinin metfun bulunduğu yer) ya da Ankara şehitliğine nasip et.”
Evdekiler için Elmalı mümkündür de Ankara akılları karıştırır. Ama o ümitlidir: “Allah oğlana iş nasip eder. O gider ben de peşinden. Sonra orada ölürüm.” Vefatı aynen dediği gibi gerçekleşir. 1962’de oğlu Tahsin başkentte bir lokantada işe girer. Ailesini de getirir. Ankara’daki 7. günde babası ruhunu teslim eder ve Cebeci Şehitliği’ne defnedilir. Artık bir tarih kapanmıştır da oğlu ile gelini şimdilik farkında değildir.
BİLSEM ONUNLA GİDERDİM ÇANAKKALE’YE
Ali Öztürk’ün asıl kimliğini daha 3 yıl önce akrabası Ahmet Şentürk ortaya çıkartır: “Niğdeli Ali’yi sürekli merak ederdim. Hatta meşhur fotoğraf vardır Seyit Onbaşı ile. Bir memleket ziyaretlerinde o fotoğrafı gösterdim. Ardından Niğde Askerlik Şubesi’nden elde ettiğim kaydı paylaştım.” Tahsin Öztürk, fotoğrafı görünce babasını teşhis eder, eşi de teyit. Şube kaydı şöyledir: “Bakkalbaşı Hasan Efendizade Ali 1307 doğumlu Çanakkale Cephesi’nde.”
Bilgi başta İnayet Hanım ve tüm aileyi hem şaşırtır hem de sevindirir. O tarihten itibaren evdekileri bir Çanakkale sevdası kaplar. Özellikle gelin İnayet kayınpederinin anlattığı yerleri mutlaka görmek ister. Nihayet yola düşer. İlk ziyaret mekânında gezi rehberinden ricada bulunur: “Hocam müsaade et buraları ben anlatayım. Kayınpederimden dinlemiştim.” Çevredekiler hayretle dinler. Başta rehber herkes memnun kalır. O günü hiç unutmuyor, “Sen ne mübarek bir insanın geliniymişsin. Ne kadar gurur duysan azdır.” iltifatlarını da.
Yine de bir nedameti var 69 yaşındaki 5 çocuk sahibi İnayet Hanım’ın. Onu da ömrünün sonuna kadar yüreğinde saklayacak. “Kayınpederimin kimliğini tam bilsem daha canla başla dinlerdim. Çanakkale’de gezdiğim her yer aynen onun anlattığı gibiydi. Hamdolsun gördüm oraları. Ama onunla gezemediğime de yanıyorum.”